Ақылды кісі мен ақылсыз кісінің, менің білуімше, бір белгілі парқын көрдім.
Әуелі - пенде адам болып жаратылған соң, дүниеде ешбір нәрсені қызық көрмей жүре алмайды. Сол қызықты нәрсесін іздеген кезі өмірінің ең қызықты уақыты болып ойында қалады.
Сонда есті адам, орынды іске қызығып, құмарланып іздейді екен дағы, күнінде айтса құлақ, ойланса көңіл сүйсінгендей болады екен. Оған бұл өткен өмірдің өкініші де жоқ болады екен.
Есер кісі орнын таппай, не болса сол бір баянсыз, бағасыз нәрсеге қызығып, құмар болып, өмірінің қызықты, қымбатты шағын итқорлықпен өткізіп алады екен дағы, күнінде өкінгені пайда болмайды екен.
I have seen an obvious difference between a sage and a fool.
To start with, it is impossible that one should be interested in nothing during his existence in the world. The process of pursuing what one is interested in will be his most precious memory.
The sage has good interests, hobbies and pursuits. He always listens to the teachings of their elders, and contemplates them. He shall not lament the passing of time.
The fool pursues ephemeral and valueless things and sacrifices the most worthy and precious time of his life for nothing. In the end, his remorse will not win anything back.
Sunday, 22 November 2009
Friday, 20 November 2009
Grandma's tales
Bolalik kunlarimda
Uyqusiz tunlarimda
Ko'p ertak eshitgandim
So'ylab berardi buvim
...
Buvimning har qissasi
Har bir qilgan hissasi
Fikrimni tortar edi
Havasim ortar edi
-Hamid Olimjon (1909-1944)
'In my childhood days,
In my sleepless nights,
I listened to many stories
My grandmother told.
...
Every tale of my grandmother's
Every word she spoke
Inspired my thoughts,
Heightened my dreams.'
(from Chrestomathy of Modern Literary Uzbek by Ilse Laude-Cirtautas)
O'zbek xalq ertaki - Aka-Uka
Bir bor ekan, bir yo'q ekan, bir aka-uka bor ekan. Aka bola-chaqali, uka bo'lsa - so'qqabosh ekan.
Aka-uka dehqonchilik qilishibdi. G'allani yig'ib olib hosilni bo'lishayotganda aka ham, uka ham ko'proq olishga ko'nmay, teng bo'lishibdi.
Kechesi uka o'ylabdi:
- Akam menga qaragancha katta ro'zg'or. Kel, o'z ulushimdan bir ozini akamnikiga qo'shib qo'yay. Qiynalsam yolg'iz o'zim qiynalay.
Shunday qilib, akasiga bildirmay, o'z ulushining anchasini akasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib, uyquga ketibdi.
Bir vaqt akasining uyqusi qochib o'ylabdi:
- Ukam kambag'al, mendan boshqa yordamchisi yo'q. Biz ko'pchilik bo'lsak ham bor-yo'g'chilik uncha bilinmaydi. Kel, ukam qiynalmasin - g'allamdan bir ozini uning g'allasiga qo'shib qo'yay.
Shunday qilib, aka o'z ulushdan anchasini ukasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib uyquga ketibdi.
Aka-ukalar ana shunaqa mehribon ekanlar.
Aka-uka dehqonchilik qilishibdi. G'allani yig'ib olib hosilni bo'lishayotganda aka ham, uka ham ko'proq olishga ko'nmay, teng bo'lishibdi.
Kechesi uka o'ylabdi:
- Akam menga qaragancha katta ro'zg'or. Kel, o'z ulushimdan bir ozini akamnikiga qo'shib qo'yay. Qiynalsam yolg'iz o'zim qiynalay.
Shunday qilib, akasiga bildirmay, o'z ulushining anchasini akasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib, uyquga ketibdi.
Bir vaqt akasining uyqusi qochib o'ylabdi:
- Ukam kambag'al, mendan boshqa yordamchisi yo'q. Biz ko'pchilik bo'lsak ham bor-yo'g'chilik uncha bilinmaydi. Kel, ukam qiynalmasin - g'allamdan bir ozini uning g'allasiga qo'shib qo'yay.
Shunday qilib, aka o'z ulushdan anchasini ukasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib uyquga ketibdi.
Aka-ukalar ana shunaqa mehribon ekanlar.
Tuesday, 17 November 2009
Supreme Ishq - Anarkali
تا قیامت شکر گویم کردگار خویش را
آہ گر من باز بینم روئ یار خویش را
I would give thanks unto my God on the day of resurrection
Ah! If I could behold the face of my beloved once more
Ah! If I could behold the face of my beloved once more
- Persian couplet on the sarcophagus of Anarkali
Monday, 16 November 2009
Friday, 6 November 2009
Reading Turkish - Korkunun Parmakları IV
Memur Mustafa'ya dikti gözlerini.
"Mustafa... Bak, herkes burda, bak." dedi.
Yaralı bir yüz, yorgun bir sesle:
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim."
"Ben ölmedim. Kolum acıyor yalnız."
"Benim kulağım."
"Ben... Görüyorsun. Yok bir şey."
"Ayağım burkuldu benim."
"Mustafa bak, hepimiz burdayız."
"Ölmedik Mustafa."
"Seni yakalamıyacağız Mustafa."
"Mustafa'nın suçu yok diyeceğız mahkemede."
"Mustafa..."
Mustafa kimseye bakmadan duruyordu.
"Hasan öldü, Ömer öldü. Dükkânını kim açacak Hasan'nın? Çocuklarına kim bakacak? Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar."
"Hasan benim." dedi kısa boylu biri, göğsüne vurdu.
"Onu bırakmıyalım." dedi memur, "Başına bir şey gelecek." sokuldu, tırmanmıya başladı. "Seni bağlamıyacağız Mustafa. Seni kimse hapsedemez... Kurbağaları ezmek istemedin sen... Mustafa..."
"Mustafaaa!"
Mustafa oturmuş, gökyüzüne bakıyordu. Ötelerdeki griler açıldı, insan yüzlerini çinko rengine boyıyan bir aydınlık göründü; derinlerden, daha kaybolmamış yıldızların aralarından renkler akmıya başladı. Yeşil vardı, sarı vardı, mor vardı, kara vardı. Ama kara bir yerde küçük bir parça değildi; büyüktü. Bütün renklerin arasından geçiyor, onları parçalıyor, dağıtıyor, yaklaşıyordu Mustafa'ya. Sekiz katlı bir ev oldu... Sonra bu evin her yanından yüzlerce ağız uzandı. "Kocalarımız nerde? Çocuklarımız nerde? Karılarımız nerde?" diyorlardı. Ellerini yüzüne kapadı, sesli sesli ağladı, birden fırladı, gözlerini otobüse dikti... Ön tekerleklerin oradan büyük bir kan deresi, cesetlerle kopuk bacaklarla, gözlerle, parmaklarla akıyordu. Birden önünde minare boyunda bir adam belirdi. Bu, kutsal kitaplara göre insanları, hayvanları, bitkileri, denizleri, karanlıkları, güneşleri yaratan, ama, birçoklarının bu yaratıcılığına şüpheyle baktıkları, varlığına, savaşları yaptırdığından, kişileri birbirine ezdirdiğinden, kötüleri iyi durumlara geçirttiğinden, yüceliğe ulaştırdığından ötürü inanmadıkları; birçoklarının da adını anarak, günahlarını kulağına fısıldıyarak iç rahatlıklarına erdikleri, haksızlıklar karşısında suçluları cezalandırmasını diledikleri bir Tanrı'ydı. Yaklaşıyordu. Korkunç sesler çıkarıyodu. "Öldürdüm onları... Evlerine ne diyeceğim? Yüzlerine nasıl bakacağım? Beni bağlıyacaklar." dedi, başını yumrukladı, birkaç kere arka arkaya bağırdı, olduğu yerde zıpladı, büyük, ürpertireci bir kahkaha attı. "Geliyorlar. Çekin ellerinizi..." dedi, gene yüzünü kapadı. Ama onlar, camili, çeşmeli, garajlı, yüz numaralı, at arabalı, otomobilli, öğretmenli bir şehir olarak geliyorlardı. Bütün kapılarını, bütün pencerelerini açmışlar, yumruklarını sıkmışlar, koşuyorlardı. "Çocuklarımızı öldürdün, karılarımızı öldürdün, kardeşlerimizi öldürdün." diyorlardı.
"Mustafa... Bak, herkes burda, bak." dedi.
Yaralı bir yüz, yorgun bir sesle:
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim."
"Ben ölmedim. Kolum acıyor yalnız."
"Benim kulağım."
"Ben... Görüyorsun. Yok bir şey."
"Ayağım burkuldu benim."
"Mustafa bak, hepimiz burdayız."
"Ölmedik Mustafa."
"Seni yakalamıyacağız Mustafa."
"Mustafa'nın suçu yok diyeceğız mahkemede."
"Mustafa..."
Mustafa kimseye bakmadan duruyordu.
"Hasan öldü, Ömer öldü. Dükkânını kim açacak Hasan'nın? Çocuklarına kim bakacak? Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar."
"Hasan benim." dedi kısa boylu biri, göğsüne vurdu.
"Onu bırakmıyalım." dedi memur, "Başına bir şey gelecek." sokuldu, tırmanmıya başladı. "Seni bağlamıyacağız Mustafa. Seni kimse hapsedemez... Kurbağaları ezmek istemedin sen... Mustafa..."
"Mustafaaa!"
Mustafa oturmuş, gökyüzüne bakıyordu. Ötelerdeki griler açıldı, insan yüzlerini çinko rengine boyıyan bir aydınlık göründü; derinlerden, daha kaybolmamış yıldızların aralarından renkler akmıya başladı. Yeşil vardı, sarı vardı, mor vardı, kara vardı. Ama kara bir yerde küçük bir parça değildi; büyüktü. Bütün renklerin arasından geçiyor, onları parçalıyor, dağıtıyor, yaklaşıyordu Mustafa'ya. Sekiz katlı bir ev oldu... Sonra bu evin her yanından yüzlerce ağız uzandı. "Kocalarımız nerde? Çocuklarımız nerde? Karılarımız nerde?" diyorlardı. Ellerini yüzüne kapadı, sesli sesli ağladı, birden fırladı, gözlerini otobüse dikti... Ön tekerleklerin oradan büyük bir kan deresi, cesetlerle kopuk bacaklarla, gözlerle, parmaklarla akıyordu. Birden önünde minare boyunda bir adam belirdi. Bu, kutsal kitaplara göre insanları, hayvanları, bitkileri, denizleri, karanlıkları, güneşleri yaratan, ama, birçoklarının bu yaratıcılığına şüpheyle baktıkları, varlığına, savaşları yaptırdığından, kişileri birbirine ezdirdiğinden, kötüleri iyi durumlara geçirttiğinden, yüceliğe ulaştırdığından ötürü inanmadıkları; birçoklarının da adını anarak, günahlarını kulağına fısıldıyarak iç rahatlıklarına erdikleri, haksızlıklar karşısında suçluları cezalandırmasını diledikleri bir Tanrı'ydı. Yaklaşıyordu. Korkunç sesler çıkarıyodu. "Öldürdüm onları... Evlerine ne diyeceğim? Yüzlerine nasıl bakacağım? Beni bağlıyacaklar." dedi, başını yumrukladı, birkaç kere arka arkaya bağırdı, olduğu yerde zıpladı, büyük, ürpertireci bir kahkaha attı. "Geliyorlar. Çekin ellerinizi..." dedi, gene yüzünü kapadı. Ama onlar, camili, çeşmeli, garajlı, yüz numaralı, at arabalı, otomobilli, öğretmenli bir şehir olarak geliyorlardı. Bütün kapılarını, bütün pencerelerini açmışlar, yumruklarını sıkmışlar, koşuyorlardı. "Çocuklarımızı öldürdün, karılarımızı öldürdün, kardeşlerimizi öldürdün." diyorlardı.
Thursday, 5 November 2009
Comparison between Turkish personal endings and possessive endings
Personal endings Possessive endings
-im -im
-sin -in
/ -i
-iz -imiz
-siniz -iniz
-ler -leri
Just a quick comparison so that I won't confuse them. Personal endings are a bit like conjugated copula ('to be'), except that Turkish really doesn't use it most of the time, and there is a lexical verb olmak to mean 'to be' already.
Reading Turkish - Korkunun Parmakları III
"Öldüler." dedi Mustafa.
"Kimse ölmedi Mustafa. İn... Hadi. Bak biz seni..."
"Onlar hep öldüler."
"Kimse ölmedi. Allah Allah, ne oluyor buna? Kaçırdı mı yoksa? Bir kaza bu. Kimse ölmedi. Mustafa at o taşı elinden."
"Öldüler. Onların karıları var, onların çocukları var... Ne yaptın onları diyecekler. Ben öldürdüm onları. Beni yakalıyacaklar. Ellerimi..."
Mustafa'yı istemediği bu yolculuğa zorlıyanlardan olan bir memur suçlu duyguların demir parmaklıkları arasında kıvranıyordu. "Bir çare bulmalı." dedi. "Korktu... Çok korktu. Bizi öldü sanıyor. Gözleri bir şey görmüyor." Yanında, gözlerini Mustafa'dan ayırmadan yırtılan fötr şapkasını düzelten, "Ucuz atlattık, ucuz atlattık." diyen bir bakkal, "Onları da çağıralım buraya, gelsinler. Belki o zaman herkesin yaşadığını, kimsenin ölmediğini anlar." dedi. Birlikte, otobüsün önünde, kollarını, bacaklarını, kafalarını, yanıp sönen kibrit alevleri altında mendilleriyle, gömleklerinden yırttıkları parçalarla bağlıyanlara yaklaştılar... Kadınlar, çocuklar sessiz sessiz ağlıyorlar, birbirlerini kucaklıyorlardı. Kimileri çömelmiş, başlarını elleri arasına almış, kendi kendine konuşuyor, cigara içiyorlardı. "Treni kaçırdık. Anamı göremiyeceğim. Kocam..." diyorlardı... Korna, ilk hızını kaybetmeden çalıyordu. Bayılanlar ayıltılmıştı. Memur, Mustafa'nın durumunu anlattı. "Kurtaralım." dedi.
"Kimse ölmedi Mustafa. İn... Hadi. Bak biz seni..."
"Onlar hep öldüler."
"Kimse ölmedi. Allah Allah, ne oluyor buna? Kaçırdı mı yoksa? Bir kaza bu. Kimse ölmedi. Mustafa at o taşı elinden."
"Öldüler. Onların karıları var, onların çocukları var... Ne yaptın onları diyecekler. Ben öldürdüm onları. Beni yakalıyacaklar. Ellerimi..."
Mustafa'yı istemediği bu yolculuğa zorlıyanlardan olan bir memur suçlu duyguların demir parmaklıkları arasında kıvranıyordu. "Bir çare bulmalı." dedi. "Korktu... Çok korktu. Bizi öldü sanıyor. Gözleri bir şey görmüyor." Yanında, gözlerini Mustafa'dan ayırmadan yırtılan fötr şapkasını düzelten, "Ucuz atlattık, ucuz atlattık." diyen bir bakkal, "Onları da çağıralım buraya, gelsinler. Belki o zaman herkesin yaşadığını, kimsenin ölmediğini anlar." dedi. Birlikte, otobüsün önünde, kollarını, bacaklarını, kafalarını, yanıp sönen kibrit alevleri altında mendilleriyle, gömleklerinden yırttıkları parçalarla bağlıyanlara yaklaştılar... Kadınlar, çocuklar sessiz sessiz ağlıyorlar, birbirlerini kucaklıyorlardı. Kimileri çömelmiş, başlarını elleri arasına almış, kendi kendine konuşuyor, cigara içiyorlardı. "Treni kaçırdık. Anamı göremiyeceğim. Kocam..." diyorlardı... Korna, ilk hızını kaybetmeden çalıyordu. Bayılanlar ayıltılmıştı. Memur, Mustafa'nın durumunu anlattı. "Kurtaralım." dedi.
Sözlük
suçlu: guilty
duygu: feeling
demir: iron
parmaklık: rail
kıvranmak: to writhe, to wriggle, to agonise, to squirm, to thrash about
çare: remedy
yırtılmak: to be torn
yırtmak: to tear
düzeltmek: to make smooth or level, to put in order, to arrange
çağırmak: to call, to invite, to summon
kafa: head, brains
alev: flame
mendil: handkerchief
gömlek: shirt
yaklaşmak: to approach, to come close
kucaklamak: to embrace, to hug
çömelmek: to crouch down
hız: speed
Wednesday, 4 November 2009
An interesting point on Ottoman Turkish
Borrowed an Ottoman grammar (Osmanlıca Dersleri I by Dr. Yılmaz Kurt, published by Akçağ) today. I'm surprised I can actually read it in Turkish very well with a dictionary. Now there's an interesting point which has bearings on the relationship between Eski Anadolu Türkçesi, or even Klasik or Yeni Osmanlıca, with Eastern Turkic languages:
ی ye harfi ne zaman u, ü okunur?
Türkçe kelimlerde sonda bulunan "u" harfleri bazen "و" la değil "ye" ile gösterilir.
1: جی : cı, ci, cu, cü eki; Osmanlıca'da her zaman جی gösterilir. قوریجی korucu, قوشوجی koşucu, بوغوجی boğucu, اوچنجی üçüncü کوپری جی köprücü
2: می : mı, mi, mu, mü soru eki Osmanlıca'da her zaman می ile gösterilir. کلدی می geldi mi? اولدی می oldu mu? بولدی می böldü mü?
3: Bazı isimlerde ve fiilerde "u" sesi "ی" ile belirtilir. اناطولی Anadolu, بوری boru, قوزی kuzu, قمری kumru, طوغری doğru, قوری koru, اولدی oldu, صولدی soldu
What I meant by the 'relationship' between Anatolian Turkish and Eastern Turkic languages is that we cannot help but notice the phonetic similarity between orthographical representations of the Ottoman words and those Uyghur words. We know that in Uyghur, suffixes -Ci, -mi and -di (third person singular past aorist) are not influenced by vowel harmony. The vowel remains i regardless of the vowel in the preceding syllable - at least in orthography! Some Uyghur speakers do show a penchant for vowel harmony, especially in pronouncing -mi. But that can also be attributed to vowel weakening, since whereas we observe the distinction i/ı well, lip rouding is always absent, making ü/u impossible. We would assume that in ancient 'careful' pronunciation, the i would have been fully articulated without lapsing into ı.
Now this is what we can observe in Ottoman Turkish orthography: the spelling of those suffixes contradict vowel harmony rules. Since orthography has a tendency to fall behind the development of phonetics, which is what has resulted in the highly irregular spelling spelling systems of English, French and Danish, we can confidently assume that in such languages, the orthography reflects historical pronunciation. Conciliating that with Ottoman Turkish, we can make assumptions on the pronunciation of Old Anatolian Turkish by saying that vowel harmony was not prominent, or at least was not standardised, in those suffixes, by analogy with Uyghur, and people did not feel the need to represent them orthographically, because the phonemes [i], [ɪ/ɯ], and possibly [u] and [y], were treated as the allophones, just as people don't feel the need to orthographically represent the aspirated k (IPA [k] as in 'kite') and the unaspirated k (IPA [k'] as in 'sky') differently in English. This explanation makes sense because we assume that Old Anatolian Turkish was closer to its Eastern cousins than Modern Turkish is.
Labels:
linguistics,
phonology,
Türkçe Turkish,
عثمانی Ottoman Turkish
Reading Turkish - Korkunun Parmakları II
Mustafa, mor ve sivri bir karanlık gibi duran kayalara tırmanıyordu. Ötekiler de tırmanmıya koyuldular ama daha bir metre çıkmadan durmak zorunda kaldılar. Mustafa kayanın üstündeydi. Saçları dikleşmişti, elinde kocaman bir taş vardı; bağırıyor, olduğu yerde dönüyor, taşı gösteriyordu... "Beni yakalıyacaklar." dedi, daha yükseklere tırmandı.. Adamlar öylece kaldılar. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Mustafa'nın bu durumundan bir şey anlamıyorlardı... Böyle tepeden tırnağa gülmek dolu, bir şehrin bütün kişilerince sevilen, aranan, o şehrin en büyük renklerinden, en büyük tadlarından olan bir Mustafay'dı o.. Meyhanelerde, sokaklarda, evlerde hep ondan söz edilirdi.. Yabancı biri, daha arabadan iner inmez herkesin yaşantısına girmiş bir Mustafa'nın yaşadığını yolcuların onun kullandığı otobüse binmek için bir hafta önceden bilet aldıklarını öğrenirdi. Bu adamın, kocaman bir şehri etkilemesini biraz da garip bulurdu. Gerçi birçok şehirlerde, davranışları, sözleri, giyimleri kalabalıklardan ayrı olan ve bu özelliklerinden ötürü efsane kahramanları gibi adları ağızdan ağıza yayılarak yaşıyan kimseler vardı ama bunların hepsi de sevilecek, konuşulacak kişilerden değildi. Mustafa seviliyordu. Her evde ondan bir anı yaşardı. Bir Nasrettin Hocaydı. Tatlıydı. Güneştı. Masaldı. Şarkıydı. Ilık sulardı... Otuzbeş yıllık şofördü. Kimseyi incitmemişti. Kimseye acı bir söz söylememişti... "Ölünce onun adını bir sokağa koruz." diyorlardı.. Nasıl olur da içlerinde yaşıyan böyle birini yakalıyacaklar, kollarını bağlıyacaklar, şehirde dolaştırarak mapushaneye götüreceklerdi... Suçun hepsi onun değildi ki... "Ben gece vakti yola çıkmam, otuzbeş yıldır çıkmadım." demişti. Ama onlar, trene yetişeceklerini, hastaları, bankalarda işleri olduğunu, Almanya'dan gelen kardeşlerini karşılıyacaklarını söylemişler, yalvarmışlar, otuzbeş yıldır üstüne titrediği ilkelerini çiğnetmişlerdi ona... Şarkılarla, gülmelerle yola çıkmışlardı. Mustafa kaymakamın, savcının taklitlerini yapıyor, Osman'ı ağzını yayarak, ellerini savurarak, kelimeleri ağzının içinde kalınlaştırarak yaşatıyordu. Tam burada, yolun üstüne iki kurbağa çıkmıştı...
sivri: sharp, pointed
tırmanmak: to climb
öteki: the farther, the further, the remaining
dikleşmek: to become upright, to straighten
tırnak: nail, claw, fingernail
tad: flavour, taste
yaşantı: life
davranış: behaviour, action
gerçi: though, notwithstanding
yayılmak: to diffuse, to spread
yaymak: to broadcast, to circulate, to spread (v.t.)
efsane: legend, tale, fable, saga
ötürü: on the strength of
kahraman: hero
an: moment, instant, split second
kimse: person, soul, somebody, anybody, nobody
incitmek: hurt, offend, harm
yalvarmak: to adjure, to beg, to beseech, to implore
titremek: to shake, to tremble
ilke: principle
çiğnemek: to trample on, to crush
kaymakam: governor of a kaza
savcı: public prosecutor, sollicitor
taklit etmek: to imitate
savurmak: to blow about, to scatter, to brandish, to swing, to hurl
kalınlaştırmak: to thicken, to make thick
yaşatmak: to keep alive, to cherish
Sözlük
sivri: sharp, pointed
tırmanmak: to climb
öteki: the farther, the further, the remaining
dikleşmek: to become upright, to straighten
tırnak: nail, claw, fingernail
tad: flavour, taste
yaşantı: life
davranış: behaviour, action
gerçi: though, notwithstanding
yayılmak: to diffuse, to spread
yaymak: to broadcast, to circulate, to spread (v.t.)
efsane: legend, tale, fable, saga
ötürü: on the strength of
kahraman: hero
an: moment, instant, split second
kimse: person, soul, somebody, anybody, nobody
incitmek: hurt, offend, harm
yalvarmak: to adjure, to beg, to beseech, to implore
titremek: to shake, to tremble
ilke: principle
çiğnemek: to trample on, to crush
kaymakam: governor of a kaza
savcı: public prosecutor, sollicitor
taklit etmek: to imitate
savurmak: to blow about, to scatter, to brandish, to swing, to hurl
kalınlaştırmak: to thicken, to make thick
yaşatmak: to keep alive, to cherish
Monday, 2 November 2009
Reading Turkish - Korkunun Parmakları I
Kocaman bir leşe benziyordu kayaların arasındaki düzlüğe yuvarlanan otobüs. Tekerleğin biri iki metre yüksekliğinde, şişman bir üçgen olan taşın üstüne çıkmıştı. Ortalıkta bir benzin, yanmış yağ kokusu dolaşıyor, mavimsi ince dumanlar yalpalıya yalpalıya çıkıyordu. Küçük taşlar hışırtılarla düşüyordu hâlâ otobüsün uçtuğu yerden.
Karanlık dağılıyordu. Çok ötelerde, kalın bir şerit gibi duran grinin altından başlıyan aydınlıklar bir saat sonra çoğalacaktı. Mustafa, sessiz duruyordu devrilmiş bir yiyecek sepetinin yanında. Bu durum oldukça karışık geliyordu ona. Kendini hâlâ direksiyon başında, yolculara güldürücü sözler söyliye söyliye giden, ellisine yaklaşmış, kır saçlı bir Mustafa olarak görüyordu. Frene basıyor, korna çalıyordu.
Otobüsün içinde kıpırdamalar oldu "Bir şey olmadı ya, bir şey olmadı ya." dediler. Teklerleğin yamından otobüsün arkasına geçti, başını eğdi, içeriye bakmıya koyuldu, paramparça olmuş camdan. Karanlıktı. Göremiyordu. Biri bir kibrit yaktı. Dağınık saçlar, kanlı yüzler. Birinin başından kan akıyordu. İki kişi, oturdukları koltuklara yaslanmışlar, soluksuz duruyorlardı. "Mustafa nerde? Mustafa nerde? Mustafaa!" Aranıyorlardı. Birden iki kadınla bir çocuk ağlamıya başladılar. "Kolum, ayaklarım." Biri kopmuş ön kapıdan sürüne sürüne dışarıya çıkarken korna çalmıya başladı..
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar." dedi, başını iyice eğdi.
"Mustafaa!"
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar, şehrin içinden geçirecekler." dedi.
"Mustafaa!"
Otobüsün arkasından birinin kalkığını, ilerdeki dik kayalara doğru koştuğunu gördüler.
"Kaçıyor, kaçıyor!"
"Korktu." dedi biri. "Siz o bayılanları da dışarı çıkartın, biz peşinden gidelim. Niye kaçıyor? İstiyerek..."
leş: cadaver, corps
benzemek: to resemble
kaya: rock
düzlük: platform
yuvarlanmak: to roll over, to tumble
tekerlek: wheel
üçgen: triangle
duman: smoke
hışırtı: rustling, crackling
dağılmak: to spread, to diffuse, to scatter
kalın: thick
şerit: strip, strap, cord
çoğalmak: to increase
devrilmiş: overturned
durum: condition
karışık: confused, disorderly
güldürücü: laughing, jovial
yaklaşmak: to approach, to come
basmak: to step on
korna: horn, klaxon
koyulmak: to start, to set oneself to
paramparça: tattered, in pieces
dağınık: scattered. dispersed
kanlı: bloody
akmak: to flow
koltuk: seat
yaslanmak: to lean
kopmak: to break off, to come off, to detach
yakalamak: to catch, to hold, to grasp, to grab
bağlamak: to bandage, to tie, to bind
iyice: completely
geçirmek: to transfer, to carry
dik: perpenticular, upright, straight
kaçmak: to escape, to run away
bayılmak: to pass out, to faint
peşinden: after
Karanlık dağılıyordu. Çok ötelerde, kalın bir şerit gibi duran grinin altından başlıyan aydınlıklar bir saat sonra çoğalacaktı. Mustafa, sessiz duruyordu devrilmiş bir yiyecek sepetinin yanında. Bu durum oldukça karışık geliyordu ona. Kendini hâlâ direksiyon başında, yolculara güldürücü sözler söyliye söyliye giden, ellisine yaklaşmış, kır saçlı bir Mustafa olarak görüyordu. Frene basıyor, korna çalıyordu.
Otobüsün içinde kıpırdamalar oldu "Bir şey olmadı ya, bir şey olmadı ya." dediler. Teklerleğin yamından otobüsün arkasına geçti, başını eğdi, içeriye bakmıya koyuldu, paramparça olmuş camdan. Karanlıktı. Göremiyordu. Biri bir kibrit yaktı. Dağınık saçlar, kanlı yüzler. Birinin başından kan akıyordu. İki kişi, oturdukları koltuklara yaslanmışlar, soluksuz duruyorlardı. "Mustafa nerde? Mustafa nerde? Mustafaa!" Aranıyorlardı. Birden iki kadınla bir çocuk ağlamıya başladılar. "Kolum, ayaklarım." Biri kopmuş ön kapıdan sürüne sürüne dışarıya çıkarken korna çalmıya başladı..
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar." dedi, başını iyice eğdi.
"Mustafaa!"
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar, şehrin içinden geçirecekler." dedi.
"Mustafaa!"
Otobüsün arkasından birinin kalkığını, ilerdeki dik kayalara doğru koştuğunu gördüler.
"Kaçıyor, kaçıyor!"
"Korktu." dedi biri. "Siz o bayılanları da dışarı çıkartın, biz peşinden gidelim. Niye kaçıyor? İstiyerek..."
Sözlük
leş: cadaver, corps
benzemek: to resemble
kaya: rock
düzlük: platform
yuvarlanmak: to roll over, to tumble
tekerlek: wheel
üçgen: triangle
duman: smoke
hışırtı: rustling, crackling
dağılmak: to spread, to diffuse, to scatter
kalın: thick
şerit: strip, strap, cord
çoğalmak: to increase
devrilmiş: overturned
durum: condition
karışık: confused, disorderly
güldürücü: laughing, jovial
yaklaşmak: to approach, to come
basmak: to step on
korna: horn, klaxon
koyulmak: to start, to set oneself to
paramparça: tattered, in pieces
dağınık: scattered. dispersed
kanlı: bloody
akmak: to flow
koltuk: seat
yaslanmak: to lean
kopmak: to break off, to come off, to detach
yakalamak: to catch, to hold, to grasp, to grab
bağlamak: to bandage, to tie, to bind
iyice: completely
geçirmek: to transfer, to carry
dik: perpenticular, upright, straight
kaçmak: to escape, to run away
bayılmak: to pass out, to faint
peşinden: after
Monday, 26 October 2009
It's near sunset...
تنگ غروبه خورشید اسیره
می ترسم امشب خوابم نگیره
سیاهی شب چشماشو وا کرد
ستاره ی من تورو صدا کرد
باز مثل هر شب از دیده پنهون
یه مرد عاشق با چشم گریون
آواز میخونه از پشت دیوار
کی خوابه امشب کی مونده بیدار
چرا شب ما سحر نمیشه
گل ستاره پرپر نمیشه
تو شهر خورشید یه قصره نوره
راه من و تو امشب چه دوره
Sunday, 25 October 2009
Gülümse kaderine!
Değer mi hiç? Boş yere küsme düşlerine!
İnan onun da yanına kalmaz. Bırak gitsin üzülme.
Hayat sevenlerin yanındadır, unutma.
Gülümse kaderine
Yak bütün fotoğrafları.
Ona ait bütün eşyaları.
Bu gece ümitlerini al koynuna.
Gün doğmadan unut insafsızı.
Kader buluşturdu, kader ayırdı.
O aşka inanmadı.
Sil gözyaşlarını, sakın ağlama.
O kalbinle oynadı.
Hayat sevenleri korur, ateşe atmaz.
Gülüm sana kıyamadı.
Yak bütün fotoğrafları.
Ona ait bütün eşyaları.
Bu gece ümitlerini al koynuna.
Bu gece ümitlerini al koynuna.
Gün doğmadan unut insafsızı.
Wednesday, 21 October 2009
A beautiful poem from my Turkish reader - Türküm
Beş bin yıllık tarihim
Şarka, garbe ün saldı.
Ben ezelden fatihim,
Cihan benden nur aldı.
Türk oğluyum, Türk dönmez,
Ayyıldızım hiç sönmez.
Atalarım uludur.
Miras bana şeref, şan.
Hürriyetle doludur
Damarlarınmdaki kan.
Türk oğluyum, Türk dönmez,
Ayyıldızım hiç sönmez.
Bir ses der ki, "ileri!"
Benim de bu dileğim.
Dinliyerek bu emri
Hiç bükülmez bileğim.
Türk oğluyum, Türk dönmez,
Ayyıldızım hiç sönmez.
Milliyetim, vatanım
Her bir şeyden üstündür.
Buna vardır imanım,
Eyam artık Türkündür.
Türk oğluyum, Türk dönmez,
Ayyıldızım hiç sönmez.
- Sabrı Cemil
Sunday, 11 October 2009
Expressing time in Uyghur
(1) The general order is from the bigger unit to the smaller unit. e.g. June 18th, 2001 is (miladi) 2001-yili 6-ayniņ 18-küni
(2) To express how long something lasted, use the word saət preceeded by a cardinal number: bir saət, yerim saət
(3) To express time on the clock, use saət + cardinal number: saət on ikki, saət toqquz...
Exampes:
Saət qançə boldi? - What time is it?
Saət altə boldi. - It's six o'clock.
Saət səkkiz yerim boldi. - It's half past eight.
(4) To express the idea of 'about' 'around' a certain time, use the plural suffix -lar/lər:
Mən saət üçlərdə bazarğa barmaqçimən.
'I want to go to the bazar at around 3 o'clock.'
(5) The idea of minutes is expressed as hour+din/tin... (minutes) ötti, literally 'it passed x minutes from x o'clock'.
Saət ondin çarək ötti. - It's a quarter past ten.
Similarly, to express 'at x minute past x o'clock' you have to use the perfective verbal adjective:
Saət üçtin ottuz toqquz minut ötkəndə yər təwridi.
'The earthquake happened at 3.39.'
Saət yəttidin on minut ötkəndə körüşəyli.
'Let's meet at ten past seven.'
(6) 'To x o'clock' is expressed with the dative case -ğa/gə/qa/kə and the verb qalmaq:
Saət tötkə bəş minut qalğanda körüşməyli.
'Let's meet at five to four.'
Saət altigə on ikki minut qaldi.
'It's twelve minutes to six.'
saət - hour
minut - minute
sekunt - second
yerim -half
çarək - a quarter
ötmək - to pass
qalmaq - to remain (to)
qaçan - when, what time
saət qançə boldi? - what time is it?
ətigən - morning
ətigən, çüştin burun, çüştin awal - before noon, morning
çüş - noon
çüştin keyin - afternoon
keçə - evening
axşam, kəçqurun - night
yerim keçə - midnight
(2) To express how long something lasted, use the word saət preceeded by a cardinal number: bir saət, yerim saət
(3) To express time on the clock, use saət + cardinal number: saət on ikki, saət toqquz...
Exampes:
Saət qançə boldi? - What time is it?
Saət altə boldi. - It's six o'clock.
Saət səkkiz yerim boldi. - It's half past eight.
(4) To express the idea of 'about' 'around' a certain time, use the plural suffix -lar/lər:
Mən saət üçlərdə bazarğa barmaqçimən.
'I want to go to the bazar at around 3 o'clock.'
(5) The idea of minutes is expressed as hour+din/tin... (minutes) ötti, literally 'it passed x minutes from x o'clock'.
Saət ondin çarək ötti. - It's a quarter past ten.
Similarly, to express 'at x minute past x o'clock' you have to use the perfective verbal adjective:
Saət üçtin ottuz toqquz minut ötkəndə yər təwridi.
'The earthquake happened at 3.39.'
Saət yəttidin on minut ötkəndə körüşəyli.
'Let's meet at ten past seven.'
(6) 'To x o'clock' is expressed with the dative case -ğa/gə/qa/kə and the verb qalmaq:
Saət tötkə bəş minut qalğanda körüşməyli.
'Let's meet at five to four.'
Saət altigə on ikki minut qaldi.
'It's twelve minutes to six.'
Useful vocabulary:
saət - hour
minut - minute
sekunt - second
yerim -half
çarək - a quarter
ötmək - to pass
qalmaq - to remain (to)
qaçan - when, what time
saət qançə boldi? - what time is it?
ətigən - morning
ətigən, çüştin burun, çüştin awal - before noon, morning
çüş - noon
çüştin keyin - afternoon
keçə - evening
axşam, kəçqurun - night
yerim keçə - midnight
Saturday, 10 October 2009
Translation of 'Why are the flowers so red' into Uyghur
'Why are the flowers so red' or '花儿为什么这样红', one of the first Uyghur songs I heard when I was little. It was the theme song of a very popular Uyghur film called 'The Visitor To Tangri Tağ' or '冰山上的来客' back in the 50's. I haven't seen the film but I love the song. As famous as it is and as Uyghur as it sounds, the song doesn't have a Uyghur version - at least I don't know if it was adapted from a Uyghur original. I'm always of the opinion that Uyghur culture should be expressed in the Uyghur language. In the fields of literature and music where language is the principle means of expression, Chinese should never usurp the role Uyghur should act. I am convinced that the Chinese ignorance of the Uyghur Turkicness can be partly attributed to the prevalent Han chauvinism which is at the heart of any Chinese adaption or translation of Uyghur folk songs, which soon replaces the original Uyghur by only promoting the adapted versions. Whereas a lot of Uyghur songs have their originals, this one doesn't. I even suspect it was originally written in Chinese. I have been pondering over a re-adaptation back into Uyghur for a long time, and now I have know enough of the language, I've made a draft version. I've tried to be as poetic as possible with my current knowledge of the rhetoric of the language. But obviously it's crass and needs a lot of improvement. I should be ashamed of this attempt, even, and of the audacity of putting it up here for everyone to see. However, it's my first composition in the Uyghur language and I'm very excited. I'll come back to improve it once I've know more about the poetic tradition of not only Uyghur, but the Turkic languages as a whole.
قىزىل گۈل نېمەشقا قىزىل
كۆيدىگەن ئوتتەك قىزىل
ياشلىق قىنى بىلەن سۇغېرىنىدۇ
قىزىل گۈل نېمەشقا ساپ
ئاشىق بولغان ئايرىلماس
دوستلۇق ئىكەن ئىشق ئىكەن
The Latin transcription would be:
Qizil gül neməşqa qizil
Köydigən ottək qizil
Yaşliq qani bilən suğerinidu
Qizil gül neməşqa sap
Aşiq bolğan ayrilmas
Dostluq ikən işq ikən
The original Chinese is:
花儿为什么这样红
红得好像燃烧的火
它是用了青春的血液来浇灌
花儿为什么这样鲜
鲜得使人不忍离去
它象征着纯洁的友谊和爱情
I adapted it a little to make it sound more natural. I translated the 'flowers' as 'qizil gül' rather than 'güllər' because the number of the flowers is ambiguous. It could just be one and this special one is symbolic. And in Uyghur, a noun in singular can have a plural meaning as well. I chose 'qizil' because 1. it's easier to suit the rhythm of the song and 2. 'qizil gül' itself means 'rose', which indeed is a symbol for love, which the song sings about. Repetition of a word is rather common in Uyghur folk poetry and songs, so it's alright. In the second stanza, the first two lines in the original Chinese form an unbroken sentence: 'Why are the flowers/is the flower so fresh that no one would have the heart to leave them/it?' which is a fairly complicated sentence and wouldn't really be used in folk lyrics like these. Since Chinese is a rather compact language it sounds alright, but I'm not sure about Uyghur. I've never come across any complicated sentences in Uyghur folk songs, all of them being simple and direct. So, bearing that in mind and without knowing how to translate 'so... that', I broke the sentence down and translated it as 'Why are the flowers so fresh? Being in love, no one would part (with them).' The 'being in love' states the result of beholding the flowers and is a plausible reason for anyone's staying, although unspecified by the original lyrics. I actually rendered the line into a sentence without a subject. Subject-less sentences are really common in Uyghur, especially when it comes to expressing a general truth as in here 'being in love, one/you wouldn't leave them.' Could be me, could be you - anyone, in fact. The last line means 'They symbolise innocent friendship and love.' To be honest, you really wouldn't use the word 'symbolise', whatever it is in Uyghur, in a folk song. Therefore I chose the gerund of the word 'to be', 'iken' to carry out this metaphor. I left out the 'innocent' because practically it's the same word as 'pure', 'sap', which I used in the first line. It would be redundant anyway - if the flowers are pure and innocent, and they are friendship and love, then friendship and love are pure and innocent as well!
Finally, the English translation of the song (from the Uyghur):
Why are the flowers so red,
Red like burning fire?
They are watered by the blood of youth.
Why are the flowers so fresh?
No one in love would part with them
- They are friendship, they are love.
Friday, 9 October 2009
Uyghur grammar lessons- NUMBERS!!!
Finally we got down to this...
1 bir 20 yigirmə 10,000 tümən
2 ikki 30 ottuz 1,000,000 milyon
3 üç 40 qirq
4 töt 50 əllik
5 bəş 60 atmiş
6 altə 70 yətmiş
7 yəttə 80 səksən
8 səkkiz 90 toqsan
9 toqquz 100 yüz
10 on 1000 miņ
Ordinal numbers in Uyghur are pretty jokes. You just attach -inçi to everything, all the way through. There isn't even vowel harmony to worry about!
1 bir 20 yigirmə 10,000 tümən
2 ikki 30 ottuz 1,000,000 milyon
3 üç 40 qirq
4 töt 50 əllik
5 bəş 60 atmiş
6 altə 70 yətmiş
7 yəttə 80 səksən
8 səkkiz 90 toqsan
9 toqquz 100 yüz
10 on 1000 miņ
Ordinal numbers in Uyghur are pretty jokes. You just attach -inçi to everything, all the way through. There isn't even vowel harmony to worry about!
Uyghur grammar lesson - perfective verbal adjective
Suffix -qan/ğan/kən/gən is used to form the perfective verbal adjective that corresponds to the Chinese -lede adjectives. In English it's a bit complicated because there doesn't exist one single common way of expressing this idea. But with the analogy of the present verbal adjective -digan, which normally translates as -ing, the perfective can be understood as 'having done...'. So when you use this structure in Uyghur, it is as if you could say 'the having laughed man', or 'the having left bus'. Sounds far better to say 'the man that laughed/has laughed' or 'the bus that has left', but English is cumbersome with the lack of a similar structure.
Sometimes English is less wordy, but less precise. For example, - bolğan is usually translated into an adjective in English: xapa bolğan adəm 'angry man' (lit. 'having become angry man'). In a lot of cases as in this one, 'present' concepts are actually expressed through 'past' means. This is not unique to Turkish, though. English does not have a clean-cut perfective. In languages that do, e.g. Greek and Persian, actions in the past tense have a present implication. If you 'have become angry', you are angry at the moment because the action of becoming was momentary. It happened, you reached the stage, and the stage of anger continues in the present.
More examples:
xapa bolğan əpəndi
angry having-become mister
'an angry gentleman'
tünügün bu yərgə kəlgən kişi
yesterday this place-to having-come person
'the person that came yesterday'
xoş degən awaz
good-bye having-said voice
'voice saying good-bye'
This form of the verb can end a sentence, but it remains non-personal, unless followed by the verb 'imək' (to be) in the past tense to specify the subject.
Tünügün telefon qilip degən idim.
Yesterday phonecall making having-said I-was
'I said it on the phone yesterday.'
Mən kutupxaniğa barğan.
I library-to having-gone
'I went to the library.'
Xuda asman bilən yərni yaratqan.
God heaven with earth having-made
'God created the heaven and the earth.'
And finally, guess what? This 'adjectival form' can also be used as nouns! You can add suffixes such as -da and -liq to it to make funky words:
Nan yeginim yoq.
bread having-eaten-my there-isn't
'I don't have bread or anything to eat.'
Şundaq degəndə...
thus speaking-at
'When saying this...'
Uniņ kəlgənliki, bizgə paydiliq idi.
His having-come-ness-his we-to beneficial was
'It was good for us that he came.'
Sometimes English is less wordy, but less precise. For example, - bolğan is usually translated into an adjective in English: xapa bolğan adəm 'angry man' (lit. 'having become angry man'). In a lot of cases as in this one, 'present' concepts are actually expressed through 'past' means. This is not unique to Turkish, though. English does not have a clean-cut perfective. In languages that do, e.g. Greek and Persian, actions in the past tense have a present implication. If you 'have become angry', you are angry at the moment because the action of becoming was momentary. It happened, you reached the stage, and the stage of anger continues in the present.
More examples:
xapa bolğan əpəndi
angry having-become mister
'an angry gentleman'
tünügün bu yərgə kəlgən kişi
yesterday this place-to having-come person
'the person that came yesterday'
xoş degən awaz
good-bye having-said voice
'voice saying good-bye'
This form of the verb can end a sentence, but it remains non-personal, unless followed by the verb 'imək' (to be) in the past tense to specify the subject.
Tünügün telefon qilip degən idim.
Yesterday phonecall making having-said I-was
'I said it on the phone yesterday.'
Mən kutupxaniğa barğan.
I library-to having-gone
'I went to the library.'
Xuda asman bilən yərni yaratqan.
God heaven with earth having-made
'God created the heaven and the earth.'
And finally, guess what? This 'adjectival form' can also be used as nouns! You can add suffixes such as -da and -liq to it to make funky words:
Nan yeginim yoq.
bread having-eaten-my there-isn't
'I don't have bread or anything to eat.'
Şundaq degəndə...
thus speaking-at
'When saying this...'
Uniņ kəlgənliki, bizgə paydiliq idi.
His having-come-ness-his we-to beneficial was
'It was good for us that he came.'
Thursday, 8 October 2009
Uyghur lesson - Parlaq mehmanxanisida
Dialog A
(telefon)
Kenji: Wəy !
Mehmanxana xizmətchisi: Wəy ! Yaxşimusiz?
K: Taksi buyrutmaqçi idim.
M. X.: Saət qançidə?
K: Ətə ətigən saət altidə.
M. X.: İsmiņiz nemə?
K: Kenji.
M. X.: Siz hazir qançinçi yataqta?
K: Səkiz yüz üçinçi yataqta.
Dialog B
Kenji: Taksi kəldimu?
M. X.: Saət qançigə buyrutqan?
K: Saət altigə.
M. X.: Mən bir təkşürüp baqay.
Dialog C
Kenji: Qandaq boldi?
M. X.: Saət altigə bizniņ başliq buyrutqan iken.
K: Hə meniņ ismim yoq mu? Tünügün telefon qilip degən idim.
M. X.: Kəçürüņ. İsmiņiz nemə?
K: İsmim Kenji.
M. X.: Woy ! Yaponluqlardimu “Kenji” degən isim barmu?
K: Nemə dediņiz?
M. X.: Memanxanimizniņ başliğiniņ ismimu Kenji.
K: Şundaqmu??
Dialogue A
(on the phone)
Kenji: Hello!
Hotel employee: Hello! How are you?
K: I want to book a taxi.
HE: At what time?
K: Six o'clock tomorrow morning.
HE: What's your name?
K: Kenji.
HE: And what's your room number now?
K: I'm in Room 803.
Dialogue B
Kenji: Is the taxi here yet?
HE: What time did you book for?
Kenji: Six o'clock.
HE: I'll check it up.
Dialogue C
Kenji: How was it?
HE: Our manager booked it for six o'clock.
K: Hey don't you have my name? I told you on the phone yesterday.
HE: I'm sorry. What's your name?
K: My name is Kenji.
HE: Oh no, are Japanese people all called 'Kenji'?
K: How do you mean? (lit. What did you say?)
HE: Our hotel manager is called Kenji as well.
K: Ah is he??
(telefon)
Kenji: Wəy !
Mehmanxana xizmətchisi: Wəy ! Yaxşimusiz?
K: Taksi buyrutmaqçi idim.
M. X.: Saət qançidə?
K: Ətə ətigən saət altidə.
M. X.: İsmiņiz nemə?
K: Kenji.
M. X.: Siz hazir qançinçi yataqta?
K: Səkiz yüz üçinçi yataqta.
Dialog B
Kenji: Taksi kəldimu?
M. X.: Saət qançigə buyrutqan?
K: Saət altigə.
M. X.: Mən bir təkşürüp baqay.
Dialog C
Kenji: Qandaq boldi?
M. X.: Saət altigə bizniņ başliq buyrutqan iken.
K: Hə meniņ ismim yoq mu? Tünügün telefon qilip degən idim.
M. X.: Kəçürüņ. İsmiņiz nemə?
K: İsmim Kenji.
M. X.: Woy ! Yaponluqlardimu “Kenji” degən isim barmu?
K: Nemə dediņiz?
M. X.: Memanxanimizniņ başliğiniņ ismimu Kenji.
K: Şundaqmu??
Dialogue A
(on the phone)
Kenji: Hello!
Hotel employee: Hello! How are you?
K: I want to book a taxi.
HE: At what time?
K: Six o'clock tomorrow morning.
HE: What's your name?
K: Kenji.
HE: And what's your room number now?
K: I'm in Room 803.
Dialogue B
Kenji: Is the taxi here yet?
HE: What time did you book for?
Kenji: Six o'clock.
HE: I'll check it up.
Dialogue C
Kenji: How was it?
HE: Our manager booked it for six o'clock.
K: Hey don't you have my name? I told you on the phone yesterday.
HE: I'm sorry. What's your name?
K: My name is Kenji.
HE: Oh no, are Japanese people all called 'Kenji'?
K: How do you mean? (lit. What did you say?)
HE: Our hotel manager is called Kenji as well.
K: Ah is he??
Sözlük - Vocabulary
xizmətçi: employee
təkşürmək: to check, to verify, to investigate
başliq: manager
The Music of Turkish - Maureen Freely on the Turkish language
Maureen Freely is now the official English translator for the books of the Turkish Nobel writer Orhan Pamuk, published by Faber & Faber in the United Kingdom. The prestige of the publisher usually indicates the prestige of the work, and in this case, the translation. Maureen is an American who grew up in Istanbul and can be counted as a bilingual in English and Turkish. I came across her translation of Pamuk's 'Kara Kitap' ('The Black Book') while sheltering myself from the rain in Borders this afternoon and I felt inspired reading the her Afterword to the book. I had spent the whole afternoon in the Oriental Institute Library reading about Turkic languages. She talked about the characteristics of the Turkish language and the difficulty of translating from English to Turkish:
'... the vogue among Turkey's leading writers for the devrik cümle. This is a sentence - usually a very long sentence - in which words appear in an order different from that ordained by custom and practice, and cascading clauses create a series of expectations that are subverted by the verb at the very end. The poet Murat Nemet-Nejat has described Turkish as a language that can evoke a thought unfolding.'
'The accepted view, especially among bilingual Turks, is that the translation should pay close attention to the sentence's "inner logic". This might also be described as its architecture - the elegant way in which the various parts reflect one another and together, reflect the mystery that must never be coarsened by words; the games with voice and tense and the imaginative melding of different epochs and places in sentences that may be admired at length like pictures in a museum.'
'All too often, the grand allusive flourishes are lost on readers accustomed to the simpler and more straightforward logic of English. The passive becomes cumbersome and even obfuscating... Mesmerizing lists of verbal nouns begin to grate on the nerves. The tenses are robbed of their nuances, and the graceful unfolding of cascading clauses becomes an ungainly procession of non sequiturs. The verb that should have been the twist in the tail appears so early it robs the long sentences of its suspense, so that, instead of gaining momentum, each sentence seems to double back on itself. It's not just the meaning that gets muffled, it's the music.'
'... the vogue among Turkey's leading writers for the devrik cümle. This is a sentence - usually a very long sentence - in which words appear in an order different from that ordained by custom and practice, and cascading clauses create a series of expectations that are subverted by the verb at the very end. The poet Murat Nemet-Nejat has described Turkish as a language that can evoke a thought unfolding.'
'The accepted view, especially among bilingual Turks, is that the translation should pay close attention to the sentence's "inner logic". This might also be described as its architecture - the elegant way in which the various parts reflect one another and together, reflect the mystery that must never be coarsened by words; the games with voice and tense and the imaginative melding of different epochs and places in sentences that may be admired at length like pictures in a museum.'
'All too often, the grand allusive flourishes are lost on readers accustomed to the simpler and more straightforward logic of English. The passive becomes cumbersome and even obfuscating... Mesmerizing lists of verbal nouns begin to grate on the nerves. The tenses are robbed of their nuances, and the graceful unfolding of cascading clauses becomes an ungainly procession of non sequiturs. The verb that should have been the twist in the tail appears so early it robs the long sentences of its suspense, so that, instead of gaining momentum, each sentence seems to double back on itself. It's not just the meaning that gets muffled, it's the music.'
Tuesday, 6 October 2009
گۈل زاراڭزا - Gülzaraņza
ئىشىگىڭدىن ئۆتتۈم مەن گۈل زاراڭزا تەرگىلى
گۈل زاراڭزا باھانىسىدا سەن يارىمنى كۆرگىلى
ئالما ئانارگۈل شاخى سۇلمىغىچە قايرىلماس
چىن يۈرەكتىن سۆيگەن يار ئۆلمىگىچە ئايرىلماس
جان يارىم ئىشقىڭ يامان سارغىيىپ بولدۇم سامان
سارغايتىپ سامان قىلما ھالىڭنى يامان قىلما
مەن نەگە بارالايتىم بوينۇم قىلدى باغلاقلىق
يار بىلەن كۆرۈشكەندە يات ئادەم پايلاقلىق
ئۇ كوچىدا سەن بولساڭ بۇ كوچىدا مەن بولاي
ئانار گۈلى سەن بولساڭ يوپۇرمىغى مەن بولاي
جان يارىم ئوتىڭ يامان سارغىيىپ بولدۇم سامان
سارغايتىپ سامان قىلما ھاىڭنى يامان قىلما
I went through your door, flowers from your garden for to pick
By picking flowers from your garden, you my darling for to see
Apple and pomegranate branches shall not bend for want of water
My darling loving with a sincere heart shall not part with me till death
My beloved, your love is a curse, consuming me like straw
Do not torture the poor straw, spare your strength and life
Where am I able to go with my body tied up?
I am meeting my beloved, but a spying stranger is curious
If you are on that road, I shall choose the same to tread
If you be a pomegranate flower, I shall be its adorning green
My beloved, your flames are a curse, consuming me like straw
Do not torture the poor straw, spare your strength and life
دوپپام باشىمدا - Doppam başimda
ئوي ئويلايسەن ئوي ئويلايسەن ئويچىمىدىڭسەن
تاغ باغرىدىن كېلەلمەيسەن قويچىمىدىڭسەن
قويچى بولساڭ قويلارىڭنى بىرگە باقايلى
ئىشچان يارنىڭ يۇرەكىگە ئوتلار ياقايلى
ئاق بېلەگىم بويلارىڭدا دوپپام باشىمدا
ئون بەش كۈنلۈك تولۇن ئايدەك تۇرىسەن قاشىمدا
ئىگىز ئىگىز تاغ باشىدىن سېرىلدىم تۈزگە
قىزىل گۈلنىڭ غۇنچىسىدەك ئىگىلدىم سىزگە
مەيلى بىلىڭ مەيلى بىلمەڭ مەن كۆيدۈم سىزگە
ئوتىڭىزدا ئۆلۈپ كەتسەم ئۇۋالىم سىزگە
ئاق بېلەگىم بويلارىڭدا دوپپام باشىمدا
ئون بەش كۈنلۈك تولۇن ئايدەك تۇرىسەن قاشىمدا
Doppam başimda, or 'I'm wearing my doppa' (lit. my doppa is on my head), a joyful Uyghur love song. It immediately became one of my favourites after I heard it for the first time because it sings about the doppa, the beautiful square scullcap worn by the Uyghurs. In Chinese it's referred to as 'the little floral Uyghur cap' which I always wanted to put on my head when I was little. It's more elaborate and less religious than the Hui cap (called the 'Hui prayer cap' in Chinese). When I go to Uzbekistan or Uyghuristan, the first thing I'll buy is a doppa!
Monday, 5 October 2009
Divâne âşık gibi
Divâne âşık gibi da dolanırım yollarda
Kız senin sebebune kaldum İstanbullar'da
Baban beni babamdan da bir kerecik istersin
Allah'ın emri ile gelinim olsun desin
Sar belune belune da Karadeniz kuşağı
E kız sende dermisun alsam habu uşağı
Yüksek dağın kuşuyum da selviye konacağım
İste beni babamdan vermezse kaçacağım
Al şalım yeşil şalım da dünyayı dolaşalım
Al şalım yeşil şalım da dağları dolaşalım
Sen yağmur ol ben bulut Maçka'da buluşalım
I am like a madman in love, wandering in the streets
Oh girl, for you I stayed in Istanbul
If only your father asked me from my father once
'By God's will, let her be my daughter-in-law'
Wrapping Karadeniz belt around your waist
Girl, would you say 'If only I had taken this boy?'
I will be a bird of high mountains perching on a cypress tree
Ask me from my father, if he disagrees, I will run away with you
My red shawl, my green shawl, let's wander around the world
My red shawl, my green shawl, let's wander on the mountains
My red shawl, my green shawl, let's wander on the mountains
You be the rain, I be the cloud, let's meet together in Maçka
*Very famous folk song from the Black Sea (Karadeniz in Turkish) area of Turkey. It is a dialogue between a boy and a girl in love who want to marry each other. The Karadeniz belt is a traditional item of clothing in that area, and Maçka is a town in the Black Sea region. The region is rainy throughout the year, which helps understand the metaphor of rain and cloud.
Here are two interpretations, the traditional by Erkan Oğur and İsmail Demircioğlu, and the modern by Doğa İçin Çal.
Here are two interpretations, the traditional by Erkan Oğur and İsmail Demircioğlu, and the modern by Doğa İçin Çal.
Sunday, 4 October 2009
Uyghur grammar note - Present adjectival verbs
One thing beautiful about Turkic languages is that virtually every verb can be made into an adjective that derives from the verb root, and put in front of a noun to modify it, so that ideas are accurately and economically expressed where Indo-European languages have to employ wordy subordinate clauses.
The suffix -i/ydiğan is added to the verb root to form the adjectives that refer to actions in progression or about to take place (See? If this were a Turkic language, I would have said, 'actions in progression or about to take place referring-to adjectives):
bar- (to go)
Qumulğa baridiğan aptobus
Qumul-to going bus
'The bus that goes to Qumul'
bil- (to know)
Uyğur tilini yaxşi bilidiğan adəm
Uyghur language good speaking person
'a person who speaks good Uyghur'
oqu- (to read)
məktəptə oquydiğan kitab
school-at being-read book
'the book which is studied at school'
işlə- (to work)
zawutta işləydiğan işçi
factory-at working worker
'worker that is working in the factory'
iç- (to drink)
içidiğan su
drinking water
'drinkable warter'
kül- (to laugh)
Bu külidiğan iş əməs.
this to-be-laughed-at work is-not
'This is no laughable matter.'
de- (to say)
Yənə deydiğan gəp barmu?
again to-be-said speech are-there
'Do you have anything else to say?'
bər- (to give)
balamğa bəridiğan soğat
boy-my-to giving present
'the present I am giving my son'
As can be seen the meaning of such adjectival verbs is not strictly defined and should be interpreted in any way that makes sense. They are non-personal and can be either passive or active.
The suffix -i/ydiğan is added to the verb root to form the adjectives that refer to actions in progression or about to take place (See? If this were a Turkic language, I would have said, 'actions in progression or about to take place referring-to adjectives):
bar- (to go)
Qumulğa baridiğan aptobus
Qumul-to going bus
'The bus that goes to Qumul'
bil- (to know)
Uyğur tilini yaxşi bilidiğan adəm
Uyghur language good speaking person
'a person who speaks good Uyghur'
oqu- (to read)
məktəptə oquydiğan kitab
school-at being-read book
'the book which is studied at school'
işlə- (to work)
zawutta işləydiğan işçi
factory-at working worker
'worker that is working in the factory'
iç- (to drink)
içidiğan su
drinking water
'drinkable warter'
kül- (to laugh)
Bu külidiğan iş əməs.
this to-be-laughed-at work is-not
'This is no laughable matter.'
de- (to say)
Yənə deydiğan gəp barmu?
again to-be-said speech are-there
'Do you have anything else to say?'
bər- (to give)
balamğa bəridiğan soğat
boy-my-to giving present
'the present I am giving my son'
As can be seen the meaning of such adjectival verbs is not strictly defined and should be interpreted in any way that makes sense. They are non-personal and can be either passive or active.
Subscribe to:
Posts (Atom)