Ақылды кісі мен ақылсыз кісінің, менің білуімше, бір белгілі парқын көрдім.
Әуелі - пенде адам болып жаратылған соң, дүниеде ешбір нәрсені қызық көрмей жүре алмайды. Сол қызықты нәрсесін іздеген кезі өмірінің ең қызықты уақыты болып ойында қалады.
Сонда есті адам, орынды іске қызығып, құмарланып іздейді екен дағы, күнінде айтса құлақ, ойланса көңіл сүйсінгендей болады екен. Оған бұл өткен өмірдің өкініші де жоқ болады екен.
Есер кісі орнын таппай, не болса сол бір баянсыз, бағасыз нәрсеге қызығып, құмар болып, өмірінің қызықты, қымбатты шағын итқорлықпен өткізіп алады екен дағы, күнінде өкінгені пайда болмайды екен.
I have seen an obvious difference between a sage and a fool.
To start with, it is impossible that one should be interested in nothing during his existence in the world. The process of pursuing what one is interested in will be his most precious memory.
The sage has good interests, hobbies and pursuits. He always listens to the teachings of their elders, and contemplates them. He shall not lament the passing of time.
The fool pursues ephemeral and valueless things and sacrifices the most worthy and precious time of his life for nothing. In the end, his remorse will not win anything back.
Sunday, 22 November 2009
Friday, 20 November 2009
Grandma's tales
Bolalik kunlarimda
Uyqusiz tunlarimda
Ko'p ertak eshitgandim
So'ylab berardi buvim
...
Buvimning har qissasi
Har bir qilgan hissasi
Fikrimni tortar edi
Havasim ortar edi
-Hamid Olimjon (1909-1944)
'In my childhood days,
In my sleepless nights,
I listened to many stories
My grandmother told.
...
Every tale of my grandmother's
Every word she spoke
Inspired my thoughts,
Heightened my dreams.'
(from Chrestomathy of Modern Literary Uzbek by Ilse Laude-Cirtautas)
O'zbek xalq ertaki - Aka-Uka
Bir bor ekan, bir yo'q ekan, bir aka-uka bor ekan. Aka bola-chaqali, uka bo'lsa - so'qqabosh ekan.
Aka-uka dehqonchilik qilishibdi. G'allani yig'ib olib hosilni bo'lishayotganda aka ham, uka ham ko'proq olishga ko'nmay, teng bo'lishibdi.
Kechesi uka o'ylabdi:
- Akam menga qaragancha katta ro'zg'or. Kel, o'z ulushimdan bir ozini akamnikiga qo'shib qo'yay. Qiynalsam yolg'iz o'zim qiynalay.
Shunday qilib, akasiga bildirmay, o'z ulushining anchasini akasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib, uyquga ketibdi.
Bir vaqt akasining uyqusi qochib o'ylabdi:
- Ukam kambag'al, mendan boshqa yordamchisi yo'q. Biz ko'pchilik bo'lsak ham bor-yo'g'chilik uncha bilinmaydi. Kel, ukam qiynalmasin - g'allamdan bir ozini uning g'allasiga qo'shib qo'yay.
Shunday qilib, aka o'z ulushdan anchasini ukasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib uyquga ketibdi.
Aka-ukalar ana shunaqa mehribon ekanlar.
Aka-uka dehqonchilik qilishibdi. G'allani yig'ib olib hosilni bo'lishayotganda aka ham, uka ham ko'proq olishga ko'nmay, teng bo'lishibdi.
Kechesi uka o'ylabdi:
- Akam menga qaragancha katta ro'zg'or. Kel, o'z ulushimdan bir ozini akamnikiga qo'shib qo'yay. Qiynalsam yolg'iz o'zim qiynalay.
Shunday qilib, akasiga bildirmay, o'z ulushining anchasini akasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib, uyquga ketibdi.
Bir vaqt akasining uyqusi qochib o'ylabdi:
- Ukam kambag'al, mendan boshqa yordamchisi yo'q. Biz ko'pchilik bo'lsak ham bor-yo'g'chilik uncha bilinmaydi. Kel, ukam qiynalmasin - g'allamdan bir ozini uning g'allasiga qo'shib qo'yay.
Shunday qilib, aka o'z ulushdan anchasini ukasinikiga qo'shib qo'yibdi. Shundan keyingina ko'ngli tinchib uyquga ketibdi.
Aka-ukalar ana shunaqa mehribon ekanlar.
Tuesday, 17 November 2009
Supreme Ishq - Anarkali
تا قیامت شکر گویم کردگار خویش را
آہ گر من باز بینم روئ یار خویش را
I would give thanks unto my God on the day of resurrection
Ah! If I could behold the face of my beloved once more
Ah! If I could behold the face of my beloved once more
- Persian couplet on the sarcophagus of Anarkali
Monday, 16 November 2009
Friday, 6 November 2009
Reading Turkish - Korkunun Parmakları IV
Memur Mustafa'ya dikti gözlerini.
"Mustafa... Bak, herkes burda, bak." dedi.
Yaralı bir yüz, yorgun bir sesle:
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim."
"Ben ölmedim. Kolum acıyor yalnız."
"Benim kulağım."
"Ben... Görüyorsun. Yok bir şey."
"Ayağım burkuldu benim."
"Mustafa bak, hepimiz burdayız."
"Ölmedik Mustafa."
"Seni yakalamıyacağız Mustafa."
"Mustafa'nın suçu yok diyeceğız mahkemede."
"Mustafa..."
Mustafa kimseye bakmadan duruyordu.
"Hasan öldü, Ömer öldü. Dükkânını kim açacak Hasan'nın? Çocuklarına kim bakacak? Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar."
"Hasan benim." dedi kısa boylu biri, göğsüne vurdu.
"Onu bırakmıyalım." dedi memur, "Başına bir şey gelecek." sokuldu, tırmanmıya başladı. "Seni bağlamıyacağız Mustafa. Seni kimse hapsedemez... Kurbağaları ezmek istemedin sen... Mustafa..."
"Mustafaaa!"
Mustafa oturmuş, gökyüzüne bakıyordu. Ötelerdeki griler açıldı, insan yüzlerini çinko rengine boyıyan bir aydınlık göründü; derinlerden, daha kaybolmamış yıldızların aralarından renkler akmıya başladı. Yeşil vardı, sarı vardı, mor vardı, kara vardı. Ama kara bir yerde küçük bir parça değildi; büyüktü. Bütün renklerin arasından geçiyor, onları parçalıyor, dağıtıyor, yaklaşıyordu Mustafa'ya. Sekiz katlı bir ev oldu... Sonra bu evin her yanından yüzlerce ağız uzandı. "Kocalarımız nerde? Çocuklarımız nerde? Karılarımız nerde?" diyorlardı. Ellerini yüzüne kapadı, sesli sesli ağladı, birden fırladı, gözlerini otobüse dikti... Ön tekerleklerin oradan büyük bir kan deresi, cesetlerle kopuk bacaklarla, gözlerle, parmaklarla akıyordu. Birden önünde minare boyunda bir adam belirdi. Bu, kutsal kitaplara göre insanları, hayvanları, bitkileri, denizleri, karanlıkları, güneşleri yaratan, ama, birçoklarının bu yaratıcılığına şüpheyle baktıkları, varlığına, savaşları yaptırdığından, kişileri birbirine ezdirdiğinden, kötüleri iyi durumlara geçirttiğinden, yüceliğe ulaştırdığından ötürü inanmadıkları; birçoklarının da adını anarak, günahlarını kulağına fısıldıyarak iç rahatlıklarına erdikleri, haksızlıklar karşısında suçluları cezalandırmasını diledikleri bir Tanrı'ydı. Yaklaşıyordu. Korkunç sesler çıkarıyodu. "Öldürdüm onları... Evlerine ne diyeceğim? Yüzlerine nasıl bakacağım? Beni bağlıyacaklar." dedi, başını yumrukladı, birkaç kere arka arkaya bağırdı, olduğu yerde zıpladı, büyük, ürpertireci bir kahkaha attı. "Geliyorlar. Çekin ellerinizi..." dedi, gene yüzünü kapadı. Ama onlar, camili, çeşmeli, garajlı, yüz numaralı, at arabalı, otomobilli, öğretmenli bir şehir olarak geliyorlardı. Bütün kapılarını, bütün pencerelerini açmışlar, yumruklarını sıkmışlar, koşuyorlardı. "Çocuklarımızı öldürdün, karılarımızı öldürdün, kardeşlerimizi öldürdün." diyorlardı.
"Mustafa... Bak, herkes burda, bak." dedi.
Yaralı bir yüz, yorgun bir sesle:
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim Mustafa."
"Ben ölmedim."
"Ben ölmedim. Kolum acıyor yalnız."
"Benim kulağım."
"Ben... Görüyorsun. Yok bir şey."
"Ayağım burkuldu benim."
"Mustafa bak, hepimiz burdayız."
"Ölmedik Mustafa."
"Seni yakalamıyacağız Mustafa."
"Mustafa'nın suçu yok diyeceğız mahkemede."
"Mustafa..."
Mustafa kimseye bakmadan duruyordu.
"Hasan öldü, Ömer öldü. Dükkânını kim açacak Hasan'nın? Çocuklarına kim bakacak? Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar."
"Hasan benim." dedi kısa boylu biri, göğsüne vurdu.
"Onu bırakmıyalım." dedi memur, "Başına bir şey gelecek." sokuldu, tırmanmıya başladı. "Seni bağlamıyacağız Mustafa. Seni kimse hapsedemez... Kurbağaları ezmek istemedin sen... Mustafa..."
"Mustafaaa!"
Mustafa oturmuş, gökyüzüne bakıyordu. Ötelerdeki griler açıldı, insan yüzlerini çinko rengine boyıyan bir aydınlık göründü; derinlerden, daha kaybolmamış yıldızların aralarından renkler akmıya başladı. Yeşil vardı, sarı vardı, mor vardı, kara vardı. Ama kara bir yerde küçük bir parça değildi; büyüktü. Bütün renklerin arasından geçiyor, onları parçalıyor, dağıtıyor, yaklaşıyordu Mustafa'ya. Sekiz katlı bir ev oldu... Sonra bu evin her yanından yüzlerce ağız uzandı. "Kocalarımız nerde? Çocuklarımız nerde? Karılarımız nerde?" diyorlardı. Ellerini yüzüne kapadı, sesli sesli ağladı, birden fırladı, gözlerini otobüse dikti... Ön tekerleklerin oradan büyük bir kan deresi, cesetlerle kopuk bacaklarla, gözlerle, parmaklarla akıyordu. Birden önünde minare boyunda bir adam belirdi. Bu, kutsal kitaplara göre insanları, hayvanları, bitkileri, denizleri, karanlıkları, güneşleri yaratan, ama, birçoklarının bu yaratıcılığına şüpheyle baktıkları, varlığına, savaşları yaptırdığından, kişileri birbirine ezdirdiğinden, kötüleri iyi durumlara geçirttiğinden, yüceliğe ulaştırdığından ötürü inanmadıkları; birçoklarının da adını anarak, günahlarını kulağına fısıldıyarak iç rahatlıklarına erdikleri, haksızlıklar karşısında suçluları cezalandırmasını diledikleri bir Tanrı'ydı. Yaklaşıyordu. Korkunç sesler çıkarıyodu. "Öldürdüm onları... Evlerine ne diyeceğim? Yüzlerine nasıl bakacağım? Beni bağlıyacaklar." dedi, başını yumrukladı, birkaç kere arka arkaya bağırdı, olduğu yerde zıpladı, büyük, ürpertireci bir kahkaha attı. "Geliyorlar. Çekin ellerinizi..." dedi, gene yüzünü kapadı. Ama onlar, camili, çeşmeli, garajlı, yüz numaralı, at arabalı, otomobilli, öğretmenli bir şehir olarak geliyorlardı. Bütün kapılarını, bütün pencerelerini açmışlar, yumruklarını sıkmışlar, koşuyorlardı. "Çocuklarımızı öldürdün, karılarımızı öldürdün, kardeşlerimizi öldürdün." diyorlardı.
Thursday, 5 November 2009
Comparison between Turkish personal endings and possessive endings
Personal endings Possessive endings
-im -im
-sin -in
/ -i
-iz -imiz
-siniz -iniz
-ler -leri
Just a quick comparison so that I won't confuse them. Personal endings are a bit like conjugated copula ('to be'), except that Turkish really doesn't use it most of the time, and there is a lexical verb olmak to mean 'to be' already.
Reading Turkish - Korkunun Parmakları III
"Öldüler." dedi Mustafa.
"Kimse ölmedi Mustafa. İn... Hadi. Bak biz seni..."
"Onlar hep öldüler."
"Kimse ölmedi. Allah Allah, ne oluyor buna? Kaçırdı mı yoksa? Bir kaza bu. Kimse ölmedi. Mustafa at o taşı elinden."
"Öldüler. Onların karıları var, onların çocukları var... Ne yaptın onları diyecekler. Ben öldürdüm onları. Beni yakalıyacaklar. Ellerimi..."
Mustafa'yı istemediği bu yolculuğa zorlıyanlardan olan bir memur suçlu duyguların demir parmaklıkları arasında kıvranıyordu. "Bir çare bulmalı." dedi. "Korktu... Çok korktu. Bizi öldü sanıyor. Gözleri bir şey görmüyor." Yanında, gözlerini Mustafa'dan ayırmadan yırtılan fötr şapkasını düzelten, "Ucuz atlattık, ucuz atlattık." diyen bir bakkal, "Onları da çağıralım buraya, gelsinler. Belki o zaman herkesin yaşadığını, kimsenin ölmediğini anlar." dedi. Birlikte, otobüsün önünde, kollarını, bacaklarını, kafalarını, yanıp sönen kibrit alevleri altında mendilleriyle, gömleklerinden yırttıkları parçalarla bağlıyanlara yaklaştılar... Kadınlar, çocuklar sessiz sessiz ağlıyorlar, birbirlerini kucaklıyorlardı. Kimileri çömelmiş, başlarını elleri arasına almış, kendi kendine konuşuyor, cigara içiyorlardı. "Treni kaçırdık. Anamı göremiyeceğim. Kocam..." diyorlardı... Korna, ilk hızını kaybetmeden çalıyordu. Bayılanlar ayıltılmıştı. Memur, Mustafa'nın durumunu anlattı. "Kurtaralım." dedi.
"Kimse ölmedi Mustafa. İn... Hadi. Bak biz seni..."
"Onlar hep öldüler."
"Kimse ölmedi. Allah Allah, ne oluyor buna? Kaçırdı mı yoksa? Bir kaza bu. Kimse ölmedi. Mustafa at o taşı elinden."
"Öldüler. Onların karıları var, onların çocukları var... Ne yaptın onları diyecekler. Ben öldürdüm onları. Beni yakalıyacaklar. Ellerimi..."
Mustafa'yı istemediği bu yolculuğa zorlıyanlardan olan bir memur suçlu duyguların demir parmaklıkları arasında kıvranıyordu. "Bir çare bulmalı." dedi. "Korktu... Çok korktu. Bizi öldü sanıyor. Gözleri bir şey görmüyor." Yanında, gözlerini Mustafa'dan ayırmadan yırtılan fötr şapkasını düzelten, "Ucuz atlattık, ucuz atlattık." diyen bir bakkal, "Onları da çağıralım buraya, gelsinler. Belki o zaman herkesin yaşadığını, kimsenin ölmediğini anlar." dedi. Birlikte, otobüsün önünde, kollarını, bacaklarını, kafalarını, yanıp sönen kibrit alevleri altında mendilleriyle, gömleklerinden yırttıkları parçalarla bağlıyanlara yaklaştılar... Kadınlar, çocuklar sessiz sessiz ağlıyorlar, birbirlerini kucaklıyorlardı. Kimileri çömelmiş, başlarını elleri arasına almış, kendi kendine konuşuyor, cigara içiyorlardı. "Treni kaçırdık. Anamı göremiyeceğim. Kocam..." diyorlardı... Korna, ilk hızını kaybetmeden çalıyordu. Bayılanlar ayıltılmıştı. Memur, Mustafa'nın durumunu anlattı. "Kurtaralım." dedi.
Sözlük
suçlu: guilty
duygu: feeling
demir: iron
parmaklık: rail
kıvranmak: to writhe, to wriggle, to agonise, to squirm, to thrash about
çare: remedy
yırtılmak: to be torn
yırtmak: to tear
düzeltmek: to make smooth or level, to put in order, to arrange
çağırmak: to call, to invite, to summon
kafa: head, brains
alev: flame
mendil: handkerchief
gömlek: shirt
yaklaşmak: to approach, to come close
kucaklamak: to embrace, to hug
çömelmek: to crouch down
hız: speed
Wednesday, 4 November 2009
An interesting point on Ottoman Turkish
Borrowed an Ottoman grammar (Osmanlıca Dersleri I by Dr. Yılmaz Kurt, published by Akçağ) today. I'm surprised I can actually read it in Turkish very well with a dictionary. Now there's an interesting point which has bearings on the relationship between Eski Anadolu Türkçesi, or even Klasik or Yeni Osmanlıca, with Eastern Turkic languages:
ی ye harfi ne zaman u, ü okunur?
Türkçe kelimlerde sonda bulunan "u" harfleri bazen "و" la değil "ye" ile gösterilir.
1: جی : cı, ci, cu, cü eki; Osmanlıca'da her zaman جی gösterilir. قوریجی korucu, قوشوجی koşucu, بوغوجی boğucu, اوچنجی üçüncü کوپری جی köprücü
2: می : mı, mi, mu, mü soru eki Osmanlıca'da her zaman می ile gösterilir. کلدی می geldi mi? اولدی می oldu mu? بولدی می böldü mü?
3: Bazı isimlerde ve fiilerde "u" sesi "ی" ile belirtilir. اناطولی Anadolu, بوری boru, قوزی kuzu, قمری kumru, طوغری doğru, قوری koru, اولدی oldu, صولدی soldu
What I meant by the 'relationship' between Anatolian Turkish and Eastern Turkic languages is that we cannot help but notice the phonetic similarity between orthographical representations of the Ottoman words and those Uyghur words. We know that in Uyghur, suffixes -Ci, -mi and -di (third person singular past aorist) are not influenced by vowel harmony. The vowel remains i regardless of the vowel in the preceding syllable - at least in orthography! Some Uyghur speakers do show a penchant for vowel harmony, especially in pronouncing -mi. But that can also be attributed to vowel weakening, since whereas we observe the distinction i/ı well, lip rouding is always absent, making ü/u impossible. We would assume that in ancient 'careful' pronunciation, the i would have been fully articulated without lapsing into ı.
Now this is what we can observe in Ottoman Turkish orthography: the spelling of those suffixes contradict vowel harmony rules. Since orthography has a tendency to fall behind the development of phonetics, which is what has resulted in the highly irregular spelling spelling systems of English, French and Danish, we can confidently assume that in such languages, the orthography reflects historical pronunciation. Conciliating that with Ottoman Turkish, we can make assumptions on the pronunciation of Old Anatolian Turkish by saying that vowel harmony was not prominent, or at least was not standardised, in those suffixes, by analogy with Uyghur, and people did not feel the need to represent them orthographically, because the phonemes [i], [ɪ/ɯ], and possibly [u] and [y], were treated as the allophones, just as people don't feel the need to orthographically represent the aspirated k (IPA [k] as in 'kite') and the unaspirated k (IPA [k'] as in 'sky') differently in English. This explanation makes sense because we assume that Old Anatolian Turkish was closer to its Eastern cousins than Modern Turkish is.
Labels:
linguistics,
phonology,
Türkçe Turkish,
عثمانی Ottoman Turkish
Reading Turkish - Korkunun Parmakları II
Mustafa, mor ve sivri bir karanlık gibi duran kayalara tırmanıyordu. Ötekiler de tırmanmıya koyuldular ama daha bir metre çıkmadan durmak zorunda kaldılar. Mustafa kayanın üstündeydi. Saçları dikleşmişti, elinde kocaman bir taş vardı; bağırıyor, olduğu yerde dönüyor, taşı gösteriyordu... "Beni yakalıyacaklar." dedi, daha yükseklere tırmandı.. Adamlar öylece kaldılar. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Mustafa'nın bu durumundan bir şey anlamıyorlardı... Böyle tepeden tırnağa gülmek dolu, bir şehrin bütün kişilerince sevilen, aranan, o şehrin en büyük renklerinden, en büyük tadlarından olan bir Mustafay'dı o.. Meyhanelerde, sokaklarda, evlerde hep ondan söz edilirdi.. Yabancı biri, daha arabadan iner inmez herkesin yaşantısına girmiş bir Mustafa'nın yaşadığını yolcuların onun kullandığı otobüse binmek için bir hafta önceden bilet aldıklarını öğrenirdi. Bu adamın, kocaman bir şehri etkilemesini biraz da garip bulurdu. Gerçi birçok şehirlerde, davranışları, sözleri, giyimleri kalabalıklardan ayrı olan ve bu özelliklerinden ötürü efsane kahramanları gibi adları ağızdan ağıza yayılarak yaşıyan kimseler vardı ama bunların hepsi de sevilecek, konuşulacak kişilerden değildi. Mustafa seviliyordu. Her evde ondan bir anı yaşardı. Bir Nasrettin Hocaydı. Tatlıydı. Güneştı. Masaldı. Şarkıydı. Ilık sulardı... Otuzbeş yıllık şofördü. Kimseyi incitmemişti. Kimseye acı bir söz söylememişti... "Ölünce onun adını bir sokağa koruz." diyorlardı.. Nasıl olur da içlerinde yaşıyan böyle birini yakalıyacaklar, kollarını bağlıyacaklar, şehirde dolaştırarak mapushaneye götüreceklerdi... Suçun hepsi onun değildi ki... "Ben gece vakti yola çıkmam, otuzbeş yıldır çıkmadım." demişti. Ama onlar, trene yetişeceklerini, hastaları, bankalarda işleri olduğunu, Almanya'dan gelen kardeşlerini karşılıyacaklarını söylemişler, yalvarmışlar, otuzbeş yıldır üstüne titrediği ilkelerini çiğnetmişlerdi ona... Şarkılarla, gülmelerle yola çıkmışlardı. Mustafa kaymakamın, savcının taklitlerini yapıyor, Osman'ı ağzını yayarak, ellerini savurarak, kelimeleri ağzının içinde kalınlaştırarak yaşatıyordu. Tam burada, yolun üstüne iki kurbağa çıkmıştı...
sivri: sharp, pointed
tırmanmak: to climb
öteki: the farther, the further, the remaining
dikleşmek: to become upright, to straighten
tırnak: nail, claw, fingernail
tad: flavour, taste
yaşantı: life
davranış: behaviour, action
gerçi: though, notwithstanding
yayılmak: to diffuse, to spread
yaymak: to broadcast, to circulate, to spread (v.t.)
efsane: legend, tale, fable, saga
ötürü: on the strength of
kahraman: hero
an: moment, instant, split second
kimse: person, soul, somebody, anybody, nobody
incitmek: hurt, offend, harm
yalvarmak: to adjure, to beg, to beseech, to implore
titremek: to shake, to tremble
ilke: principle
çiğnemek: to trample on, to crush
kaymakam: governor of a kaza
savcı: public prosecutor, sollicitor
taklit etmek: to imitate
savurmak: to blow about, to scatter, to brandish, to swing, to hurl
kalınlaştırmak: to thicken, to make thick
yaşatmak: to keep alive, to cherish
Sözlük
sivri: sharp, pointed
tırmanmak: to climb
öteki: the farther, the further, the remaining
dikleşmek: to become upright, to straighten
tırnak: nail, claw, fingernail
tad: flavour, taste
yaşantı: life
davranış: behaviour, action
gerçi: though, notwithstanding
yayılmak: to diffuse, to spread
yaymak: to broadcast, to circulate, to spread (v.t.)
efsane: legend, tale, fable, saga
ötürü: on the strength of
kahraman: hero
an: moment, instant, split second
kimse: person, soul, somebody, anybody, nobody
incitmek: hurt, offend, harm
yalvarmak: to adjure, to beg, to beseech, to implore
titremek: to shake, to tremble
ilke: principle
çiğnemek: to trample on, to crush
kaymakam: governor of a kaza
savcı: public prosecutor, sollicitor
taklit etmek: to imitate
savurmak: to blow about, to scatter, to brandish, to swing, to hurl
kalınlaştırmak: to thicken, to make thick
yaşatmak: to keep alive, to cherish
Monday, 2 November 2009
Reading Turkish - Korkunun Parmakları I
Kocaman bir leşe benziyordu kayaların arasındaki düzlüğe yuvarlanan otobüs. Tekerleğin biri iki metre yüksekliğinde, şişman bir üçgen olan taşın üstüne çıkmıştı. Ortalıkta bir benzin, yanmış yağ kokusu dolaşıyor, mavimsi ince dumanlar yalpalıya yalpalıya çıkıyordu. Küçük taşlar hışırtılarla düşüyordu hâlâ otobüsün uçtuğu yerden.
Karanlık dağılıyordu. Çok ötelerde, kalın bir şerit gibi duran grinin altından başlıyan aydınlıklar bir saat sonra çoğalacaktı. Mustafa, sessiz duruyordu devrilmiş bir yiyecek sepetinin yanında. Bu durum oldukça karışık geliyordu ona. Kendini hâlâ direksiyon başında, yolculara güldürücü sözler söyliye söyliye giden, ellisine yaklaşmış, kır saçlı bir Mustafa olarak görüyordu. Frene basıyor, korna çalıyordu.
Otobüsün içinde kıpırdamalar oldu "Bir şey olmadı ya, bir şey olmadı ya." dediler. Teklerleğin yamından otobüsün arkasına geçti, başını eğdi, içeriye bakmıya koyuldu, paramparça olmuş camdan. Karanlıktı. Göremiyordu. Biri bir kibrit yaktı. Dağınık saçlar, kanlı yüzler. Birinin başından kan akıyordu. İki kişi, oturdukları koltuklara yaslanmışlar, soluksuz duruyorlardı. "Mustafa nerde? Mustafa nerde? Mustafaa!" Aranıyorlardı. Birden iki kadınla bir çocuk ağlamıya başladılar. "Kolum, ayaklarım." Biri kopmuş ön kapıdan sürüne sürüne dışarıya çıkarken korna çalmıya başladı..
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar." dedi, başını iyice eğdi.
"Mustafaa!"
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar, şehrin içinden geçirecekler." dedi.
"Mustafaa!"
Otobüsün arkasından birinin kalkığını, ilerdeki dik kayalara doğru koştuğunu gördüler.
"Kaçıyor, kaçıyor!"
"Korktu." dedi biri. "Siz o bayılanları da dışarı çıkartın, biz peşinden gidelim. Niye kaçıyor? İstiyerek..."
leş: cadaver, corps
benzemek: to resemble
kaya: rock
düzlük: platform
yuvarlanmak: to roll over, to tumble
tekerlek: wheel
üçgen: triangle
duman: smoke
hışırtı: rustling, crackling
dağılmak: to spread, to diffuse, to scatter
kalın: thick
şerit: strip, strap, cord
çoğalmak: to increase
devrilmiş: overturned
durum: condition
karışık: confused, disorderly
güldürücü: laughing, jovial
yaklaşmak: to approach, to come
basmak: to step on
korna: horn, klaxon
koyulmak: to start, to set oneself to
paramparça: tattered, in pieces
dağınık: scattered. dispersed
kanlı: bloody
akmak: to flow
koltuk: seat
yaslanmak: to lean
kopmak: to break off, to come off, to detach
yakalamak: to catch, to hold, to grasp, to grab
bağlamak: to bandage, to tie, to bind
iyice: completely
geçirmek: to transfer, to carry
dik: perpenticular, upright, straight
kaçmak: to escape, to run away
bayılmak: to pass out, to faint
peşinden: after
Karanlık dağılıyordu. Çok ötelerde, kalın bir şerit gibi duran grinin altından başlıyan aydınlıklar bir saat sonra çoğalacaktı. Mustafa, sessiz duruyordu devrilmiş bir yiyecek sepetinin yanında. Bu durum oldukça karışık geliyordu ona. Kendini hâlâ direksiyon başında, yolculara güldürücü sözler söyliye söyliye giden, ellisine yaklaşmış, kır saçlı bir Mustafa olarak görüyordu. Frene basıyor, korna çalıyordu.
Otobüsün içinde kıpırdamalar oldu "Bir şey olmadı ya, bir şey olmadı ya." dediler. Teklerleğin yamından otobüsün arkasına geçti, başını eğdi, içeriye bakmıya koyuldu, paramparça olmuş camdan. Karanlıktı. Göremiyordu. Biri bir kibrit yaktı. Dağınık saçlar, kanlı yüzler. Birinin başından kan akıyordu. İki kişi, oturdukları koltuklara yaslanmışlar, soluksuz duruyorlardı. "Mustafa nerde? Mustafa nerde? Mustafaa!" Aranıyorlardı. Birden iki kadınla bir çocuk ağlamıya başladılar. "Kolum, ayaklarım." Biri kopmuş ön kapıdan sürüne sürüne dışarıya çıkarken korna çalmıya başladı..
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar." dedi, başını iyice eğdi.
"Mustafaa!"
"Beni yakalıyacaklar, ellerimi bağlıyacaklar, şehrin içinden geçirecekler." dedi.
"Mustafaa!"
Otobüsün arkasından birinin kalkığını, ilerdeki dik kayalara doğru koştuğunu gördüler.
"Kaçıyor, kaçıyor!"
"Korktu." dedi biri. "Siz o bayılanları da dışarı çıkartın, biz peşinden gidelim. Niye kaçıyor? İstiyerek..."
Sözlük
leş: cadaver, corps
benzemek: to resemble
kaya: rock
düzlük: platform
yuvarlanmak: to roll over, to tumble
tekerlek: wheel
üçgen: triangle
duman: smoke
hışırtı: rustling, crackling
dağılmak: to spread, to diffuse, to scatter
kalın: thick
şerit: strip, strap, cord
çoğalmak: to increase
devrilmiş: overturned
durum: condition
karışık: confused, disorderly
güldürücü: laughing, jovial
yaklaşmak: to approach, to come
basmak: to step on
korna: horn, klaxon
koyulmak: to start, to set oneself to
paramparça: tattered, in pieces
dağınık: scattered. dispersed
kanlı: bloody
akmak: to flow
koltuk: seat
yaslanmak: to lean
kopmak: to break off, to come off, to detach
yakalamak: to catch, to hold, to grasp, to grab
bağlamak: to bandage, to tie, to bind
iyice: completely
geçirmek: to transfer, to carry
dik: perpenticular, upright, straight
kaçmak: to escape, to run away
bayılmak: to pass out, to faint
peşinden: after
Subscribe to:
Posts (Atom)